rss
    250.000'den fazla arkadaşınız burada. Beğenin!

13 Temmuz 2011

John Milton - Televizyon Anıları - I

Çocukluğumuzda televizyonu yazacam şimdi… Kendi televizyon anılarımı… Bakalım kaç kişiye tanıdık gelecek bunlar :)

Haydi bakalım, başlayalım…


Bu yazıya nasıl başlamalıyım aklım bilmedi. Sanırım ilk önce bizler için bir devrin bitişi – yeni bir dönemin başlangıcı olan “uzaktan kumanda” ile başlamam gerekiyor…
Ben, sen, şu az ileride duranlar, yan taraftaki arkadaşlar; hepimiz bir dönemin uzaktan kumandalarıyız, itiraf edelim bunu kendimize, ailemizin bizimle beraber televizyon izlemek istemesinin tek nedeni kumanda vazifesini layıkıyla yerine getirebilecek olmamızdı…


Günlerden bir gün televizyon gitti evden, ooo bi geldi modifiye olmuş, bişi takmışlar alete… Aman yerabbim… Artık siz uzaktan kumanda değilsiniz, sizin yerinize yeni bir şey üretmişler, hem sizden çok daha küçük bir şey, hem de gün geçtikçe büyümeye devam etmiyor, müthiş…
Bizim evde hiç kumanda kavgası olmadı. Pek televizyon seven bir ailem yoktu. Kumanda ile tek problemimiz fazla haşarı olması ve sürekli kaybolmasıydı… Alışmadık *ötte don durmaz tabi ağa, küçücük kumanda, tabi kaybolur. Bak bana, yıllarca kumanda oldum ben, bi kere kayboldum mu? Hayır. Ama o kaybolurdu… İşin kötü tarafı bu kaybolma işlerinden hep ben sorumlu olurdum. Suçu atacak bir abim / ablam olmadı hiç, kız kardeşim var benim bir tane, o da o zamanlar kundak içinde pişik olmakla meşguldü… E benden başka kaybedecek kimse yoktu. Neden sadece ben? Ulan koca anne – baba kaybeder mi, olabilir mi ya böyle bir şey, tabi ki ben… Çocukluğumun karanlık çağlarını kumanda aramakla – koltuk minderlerini kaldırmakla geçirdim ben, evet…
O zamanlar sürekli kaybolan ve beni onu aramak zorunda bırakan kumandayı gün gelip seveceğimi hiç düşünmezdim. Ama bir dönem öyle çok sevdim ki onu, öyle çok değer verdim ki. Cebimde piller taşıdım pili biter belki diye, uzanıp televizyon izlerken duvar tarafında hep onun yatmasına izin verdim, asla düşecek bir yere koymadım onu, sevdim – saydım – korudum – kolladım… Neden peki? Hadi bir düşünün bakalım neden? Ufacık yaşlarda olan bir erkek çocuğu neden kumandayı bu kadar sever?

Evet, bildiniz. Tüm erkek neslini esir aldığı gibi Show Tv ve o kırmızı noktalar beni de esir aldı bir dönem. Kumanda en değerli şey. Televizyona doğru tutarak seyrederdim ilk zamanlarda. Bazen durup dururken “şimdi” derdim kendi kendime, pat kanalı değiştirirdim refleks olarak. Kanal değiştirme antrenmanları yapmaktan fırsat bulamazdım izlemek istediğim şeyi izlemeye…
Aman sakın yanlış anlaşılmasın. Ben kendimle beraber erkek arkadaşları da kurtarayım; biz cidden sapıklık için falan izlemezdik Tutti Frutti ve benzer şeyleri. Onu okulda anlatabilme havası çok başkaydı. Sırf ertesi gün anlatabilmek için izlerdik. Ki şimdiki çoğu klip daha açık – seçik şeyler onlardan. Ama sınıfta bir dangaloz çıkıp “yaaa abi dün kavunu soydu ya adam” dediği zaman aval aval bakmayı yediremezdik kendimize. En azından ben yediremezdim…

Kısa bir süre sonra izin verdi babam bana. “İzle evlat, rahat ol” falan yaptı. Tabi bu lanet olası kumandanın ilk seferde çalışmadığı bir geceye tekabül eder. O gece yakalanınca serbest kaldı bana Tutti Frutti ve türevi şeyler… Çin çin devri kapanmıştı artık, çünkü hiç eğlenceli değildi artık bunları izlemek. Asıl güzel olan şeyin onu izlemek değil de – onun yarattığı heyecan olduğunu anlamıştım… Sonra Cine 5 geldi. Ve onun dekoder üzerinde bulunan anahtarı. Kaç kişi hatırlıyor o anahtarı? Gece yarısı herkes uyuyunca – yavaş yavaş televizyon karşısına geçip, “anahtar nolur yerinde olsun, allem yelabbim nolur anahtarı almamış olsunlar” diye dua edenler, buradasınız değil mi? Yok yok, yazıp ifşa etmeyin kendinizi, burada olduğunuzu biliyorum ben, bilmek yeter eheheh En azından şunu yapalım hadi beraber; tutun elinizin parmaklarını tek tek; Bu geldi, bu yedi, bu baktı, bu tutti, buda kurutti... hehehehe İğrenciz lan hepimiz, koca adamlar olduk be ehehehe
Çok hızlı gittim sanırım, dur azıcık geri dönelim, Cine 5 daha çoook sonra, tek kanallı yayını geride bıraktığımız zamanlar ve interstar…

İnterstarın ilk yayın günlerini kaç kişi hatırlıyor? Sürekli dansöz oynatırlardı ağa, ben hatırlarım. Her dizide, her programda şiki şiki dansözler dolanırdı. Çünkü o vakitler dansözler sadece yılbaşı gecesi Trt’de sahne alırlardı, o kadar. İnterstar’da “alın lan dansöz size, her yerde dansöz ağa” dedi bize bir dönem, ana haberleri de sunduracaklar diye tahmin ederdim ben, yapmadılar ama öyle bir şey…
Telekutu… Cenk Koray… Aklınız bildi mi? Bildi bildi, yüzünüzdeki tebessümden belli :) Acun’un ağa babasıdır Cenk abi, “kutumu açın” – “kutunuzu açıyım mı” esprilerinin yaratıcısı abimizdir, Allah rahmet eylesin… Nasıl yarışmacı seçerlerdi bir düşünün? “Yanında şemsiye olan var mı?” – “Adının içinde e harfi olmayan var mı?” … gibi :) Stüdyoya yedi sülale giderlerdi o vakitler, herkes bir şey alırdı yanına. Böyle teyzeler çuvalların içinden tencereler, tavalar, piknik tüpleri, samuray kılıçları, uziler falan çıkarırdı…

Bazen “İcraatın İçinden” diye bir şey yayınlarlardı. Tombik bir amca çıkardı, sanırım doktordu. Hipnotize doktoru (ehehhe ne demek be hipnotize doktoru ) Bir kalem vardı elinde, allem yerabbim sallardı da sallardı… Bir ileri – bir geri – ileri – geri – gözüme doğru şimdi – hoop geri – ağzıma ağzıma gelsin – yürü git geri – şimdi tam burnuma burnuma – hadi bir daha geri… Bizi uyutup, evimizi soyma amacında olduklarını düşünürdüm. Çok sonra öğrendim, evimizi soymasına gerek yokmuş, ülkemizi soymuşlar bir dönem adamlarıyla beraber, onun memuru işini bilirmiş, Cumhurbaşkanıymış… Adı da Turgut Özal’mış… O günden beri hala işini bilen memurlarla uğraşıyormuşuz biz…

Aslında kanalların çoğalması bizi salak yerine koyulmaktan da kurtardı. Hatırlayın bakın; Trt yayını biterdi, önce Anıtkabir, bir grup asker, İstiklal marşı. ( ki bir çoğumuzun bu esnada hazır ola geçip aile eşrafına rezil olmuşluğu da vardır ) Sonra dev gibi bir yazı ekranda; TELEVİZYONUNUZU KAPATMAYI UNUTMAYIN… Hayır böyle asker falan da gösteriyorlar, 80 ihtilalinden çıkmış ülke, ulan nasıl unutursun o saatten sonra o televizyonu kapatmayı, o dönemler hiç Alzheimer hastası yoktu mesela, unutmak yasaktı olm, unutmayacaksın, televizyonu kapatmayı unutan daha neler unutur, asker sıçardı adamın ağzına… Sen döne döne uyurken devletin elektriğini harcayamazdın boş yere… Bak şimdi televizyonu hiç kapatmayalım diye, beynimizi uyuşturalım diye yedi takla atıyorlar, o zamanlar kapattırmaya çalışırlardı…

Çok şey var televizyona dair yazılacak ama sıkılmanızı istemiyorum :) Son bir anıyla bitireyim bu notu, yazarım yine, sizlerde yazarsınız, onları da yayınlarız :)


Bir program vardı, allah da belasını versin, Berna Laçin sunardı. Neydi adı? Sır Dünyası…
Çok kısa bir süre yayında kaldı diye hatırlıyorum ama emin değilim. Hatta ne Berna Laçin’in sunduğundan / ne de programın adından % 100 eminim ama % 80 doğrudur verdiğim bilgiler, ben unutmam kolay kolay eheheh havam da batsın, evet…

Neyse… Günlerden bir gün, yıllardan bir yıl… Kış soğuk yüzünü yeni yeni gösterirken dünyaya yine … … ay aklım Sezen Cumhur Önal’a gitti bak… O adam şeytandı benim için. O sakallardan sanırım, kafamda şeytanla özleştirmiştim onu. Biri ne zaman “şeytan” dese aklıma ilk gelen isimdi. Bir keresinde rahmetli anneannem bana “uyanınca yüzünü yıka, gece insanın yüzü şeytanlar yalar” demişti… … Gülmeyin, düşünsenize bendeki psikolojiyi… Sezen Cumhur Önal ve benim yüzüm… … Ya bak şimdi yazarken bile kötü oldum. Ha başarılı mıydı? Kesinlikle. Şu yaşıma geldim, hala sabah uyanır uyanmaz ilk iş yüzümü yıkarım. Ya bazılarınız “tabi yüzünü yıkayacan pis herif, ya ne yapacaydın” demesin; ilk iş diyorum bak. Uyandım mesela, duşa mı girecem, yüzümü yıkar öyle girerim. Şimdi anladın demi bende bıraktığı yaraları? Neyse, Sezen abiyi bırakalım…

Ha evet, Sır Dünyası…
Bir tane kuzenim var. Dedim ya ne abi – ne erkek kardeş olunca kuzenlerle takılıyoruz o yaşlarda. Hala da çok severim tabi o ayrı. Neyse, kuzen var, o ergen – ben ondan ergen… Berna Laçin bir etek giymiş; o kısa – benim aklım o etekten kısa… Televizyon başına oturduk, seyrediyoruz ama yani ne desem boş. Korkuyoruz tabi. Bir de cin – peri anlatıyor sürekli, odanın içinde bir Berna ablanın sesi var, bir de derinlerden Yusuf adlı bir şahsı çağırıyor biri ısrarla, ona sesleniyor durmadan Yusuf Yusuf diye, başka hiç ses yok…

Bazen hikaye öyle korkunç bir hal alıyor ve biz iki dingil ellerimizi kulaklarımıza getirip aynı anda “laplup labaluba twist abidik gubidik twist twist babacan twist” falan diyoruz bağıra bağıra. Evet evet, biz deliyiz diye üst kata bulaşan yok, aile büyükleri “susun lan deli danalar” demiyor…
Şimdi o adam – o kuzen gitmiş de subay olmuş… Pehhh…Kuzenim, evet sana sesleniyorum lan; oğlum sen değil üsteğmen, genelkurmay başkanı olsan o kulaklarını kapatıp “labalup twist twist” diyen bağıran adamsın hafız, korkma korkma, soyadını söylemem, askerler içtimada “twist komutanım hadi twissst” falan desinler istemem… Ama hani arada görüşüyoruz, böyle bir burnun havalarda falansın, alırım façanı aşağı, bana sökmez, “ve işteee maykıl cordın muhteşem bir sayı daha atıyor” diye evin içinde dört döndüğünü bilirim, çamaşır sepetine çorap attığını bilirim sayı diye, asabımı bozma…

Çok şey var tabi atladığım… “hah işte bu sefer resmin içine sıçtı, bu resim toplamaz artık” dediğim ama her seferinde o resmi düzelten, “hadi küçük bir yaramaz ağaç yapalım şuraya, hadi çok kolay” diye diye tualleri rezil etmeme neden olan ressam amca var mesela… Sınıfın bütün gerizekalı tayfasının inandığı, ertesi gün “lan olm adam yedi yedi patladı lan, böyle şişko bi adam yumurtaları falan yedi yedi patladı lan herif” diye öyküler anlatmasına yol açan Korcan Karar’la Şok var… Hep yazacam bunları da, daha sonra ama, uzun oldu bu not :)

Artık hiç televizyon izlemiyorum… Yıllar oldu belki de… Evimde sadece play station oynamaya ve dvd izlemeye yarayan televizyonlarım var fakat kanallar yok… Ama takip ediyorum tabi neler oluyor diye, okuyorum gazetelerde falan; Bihter’le Polat sevişti sanırım geçtiğimiz haftalarda, Behlül’le Memati’yi Arka Sokakların komiseri mi ne yakaladı, İskender diye bir adamın kutusundan 500 bin mi ne bişi çıkmış… Haberim var yani, öyle televizyon kültürü konusunda da cahil kalmadık herhalde…
Çok uzun oldu be… ehehehehe… Notu görenler zannedecek Da Vinci’nin şifresini verdim… Yok ağa, valla önemli bişi yok, lay lay yaptım sadece :) Sanırım 1 – 2 kere de kendime hakim olamayıp siyasi laflar sokuşturmuş olabilirim araya, belki :)

İşte diyeceğim şimdilik bundan ibarettir değerli doksanlar.net sakinleri :)
“Senin yazılarının aynısı şurada var, sen oradan araklamışsın olm” diyenler çıkıyor bazen; o arkadaşlara o yazılarla – bu yazının eklenme tarihlerine göz gezdirmelerini ve yaşadıklar hayal kırıklıklarıyla mutlu bir ömür geçirmelerini temenni ederim :)

Yuh bana... Word'den buraya aktarınca farkettim, zannedersin bana 8 tane edebiyat okutmuşlar da hiç kalem - kağıt vermemişler, yazacak bir yer bulunca da iflah olmamışım, şuraya bak ehhehe

Uzun yazıların ustası, okuyan gözlerin hastası John Milton
ehhehe evet iğrenç bir kapanış oldu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder